19 Ekim 2009 Pazartesi

BAYRAM HARÇLIĞI


-Haydi bey!
-Ne var gene hanım, ne istiyorsun?
Oturma odasında divana yan gelip uzanmış olan Şerafettin Bey, homurdanarak yerinden kalktı.
-Bu kadın bir dakka olsun rahat ettirmez ki.
Hanımın sesi mutfaktan geliyordu. Kurban etlerini parçaladığı da, ete ve tahtaya değen satır seslerinden anlaşılıyordu.
Mutfağın kapısına geldi. Hanımı yere sofra sermiş, üzerine gazete kâğıdı koymuş. Bağdaş kurarak oturduğu yerde et tahtası üzerinde butları parçalamaktaydı. Ara sıra satırı vurdukça etrafa sıçrayan etleri toplayarak:
-Kısmetlisi çok olacak.
Şerafettin Bey, istemeye istemeye lafa karıştı:
-Öyledir hanım. Çocuklar, torunlar yoldadır. Birinci günü gelemediler. Bugün gelirler.
-Canları sağ olsun beyim.
-Sen benden ne istiyordun. Bir Dakka olsun dinlendirmeyeceksin galiba.
-Şu kelle ile ayakları götür de üttürüver. Çocuklar gelince güzel bir paça içsinler.
-Yahu şimdi az dinleneyim. Öğleden sonra götüreyim.
-Öğle sonuna kalma bey. Kış günü hemen akşam olur. Hem yakın. Kendine yürüyüş yapmış olursun. İstasyonun ilerisinde köşede demirciler seyyar tezgâh kurmuşlar. Çarşıya gitmene gerek yok.
-Peki, peki, anlaşıldı. Bunu götürmezsem bana rahat yok. Götüreyim de rahat edeyim.

Şerafettin Bey, ceketini giydi. Bastonunu aldı. Ayakkabılarını giyinmek için oradaki tabureye oturdu. Son birkaç aydır ayakları ağrımaya başlamıştı. Yolda yürüyüşlerini yavaşlatıp, kısa mesafelerde de oturmaya başlamıştı. Evde ayakkabılarını giyerken de rahatsız olduğu için hole bir tabura alıp koymuştu.
Ayakkabılarını giyerek dışarı çıktı. Bir elinde içinde kelle olan poşet torba, diğerinde de bastonu, ağır adımlarla yürümeye başladı.
Şerafettin Bey emekli memurdu. Uzun yıllar önce emekli olmuştu. İki kızı, üç oğlu vardı. Hepsini okutmuş, evermişti. Sekiz torunu vardı. Sabırlı, hoşgörülü, saf, kötülük düşünmeyen bir kişiliği vardı. Kimsenin kalbini kırmak istemezdi. Herkesin yardımına koşardı. Yaşı da ilerlemişti. Bu haliyle çocukların Şeref dedesi, gençlerin Şeref amcası, yetişkinlerin de Şerafettin Bey’iydi.
Yolda yürürken de ona selam vermeden geçmezlerdi.
-Bayramın kutlu olsun Şeref amca, uğurlar olsun.
-Eyvallah, eyvallah! Sizlerin de bayramı kutlu olsun.
-Bayramın kutlu olsun Şeref dede. Ver elini öpeyim.
-Vay sağ olasın Sedat, senin de el öpenin çok olsun.
-Yükün ağır ise ben taşıyayım.
-Teşekkür ederim canım. Fazla ağır değil, ben taşırım.
Şerafettin Bey on dakika kadar yürüdükten sonra, yolu üzerindeki terzinin önünde durdu. İçeriye selam verdi. Elindeki iğneye takılı ipi dişiyle koparan terzi, dizi üstündeki kumaş parçasını kaldırarak Şerafettin Bey’e seslendi:
-Aleykümselam Şerafettin Bey, buyur bir soluklan hele. Hemen iki sandalye alarak dükkânın önüne çıkardı:
-Hem dinlenirsin, hem bir çay içeriz. Sabah güneşinden de yararlanırız.
-Tamam Hulusi Bey kardeşim. Biraz dinleneyim.
Sandalyeye otururken, elindeki poşeti ayaklarının yanına koydu. Bunları gören bitişik komşu Selim Efendi de geldi. Üçü birden sohbete dalmışlardı.
Bu sene hava şartlarından girip, kurban fiyatlarından çıktılar. Her şeyi konuştular. O sırada yanlarına bir çocuk yaklaştı. 10-11 yaşlarındaki bu çocuk, sanki orada oturanları tanıyor gibi:
-Bayramınız kutlu olsun, öpeyim, dedi.
Ellerini öptürmediler ama her biri çocuğun bayramını kutladı. Çocuk yerde duran poşeti göstererek:
-Kelle ütülecek mi? diye sordu.
Şerafettin Bey:
-Evet yavrum.
-İstersen ben üttürüp geleyim. Hemen şuracıkta. Sen yorulma dede, dedi.
Şerafettin Bey biraz düşündü. Sonra:
-Olur, dedi. Kaça yapıyorlarmış ki?
Terzi:
-Çarşıda 10 liraymış. Bunlar burada sekiz liraya ütüyorlarmış.
Şerafettin Bey, cebinden on lira çıkardı. Çocuğa verdi. Bunun sekiz lirası kelle için, iki lirası da senin. Haydi, bir solukta git gel bakalım.
Çocuk, Şerafettin Bey’in verdiği on lirayı ve içinde kelle bulunan poşeti kaptığı gibi ileride köşede demircilerin bulunduğu tezgâha doğru koştu. Şerafettin Bey, çocuğu gözleriyle izledi. Demirciler 8-10 dakikalık uzaklıktaydı. Demirci tezgâhına varınca, arkadaşlarıyla sohbete devam etti.
-Ya çocuğu boşuna mı yorduk? Ben gidip gelirdim. Hem yürüyüş olurdu bana.
-Sen otur Şeref Bey, biraz daha dinlen. Hem sohbetimize de devam ederiz.
Aradan üç beş dakika geçti çocuk gelmemişti. Sohbet koyulaşmıştı. Bir ara terzi demircilerin olduğu tarafa baktı. Çocuk gelmemişti. Orada da görünmüyordu.
-Şerafettin Bey, sen bu çocuğu tanıyor musun?
-Hayır.
-Görünürlerde yok.
-Ben, sizler tanıyorsunuz sandım.
-Yok, tanımıyoruz.
Mobilyacı da:
-Ben de tanımam. Buralardan değil galiba.
-Neyse, az daha bekleyelim.
Bir saate yakın olmuştu. Çocuk yoktu. Acaba kaçmış mıydı? Nasıl da boş bulunmuştu? Esnaf arkadaşları tanıyor sanmıştı. Hâlbuki onlar tanımıyorlarmış. Bayram günü bu olur muydu? Hayret yani… İnsan bu yaşta dolandırıcılığa alışır mıydı? Bunu sokaklara salan anne ve babalar evde öğretleyip öyle mi gönderiyorlardı? Yoksa bu çocuk kendiliğinden mi bu yola giriyordu. Kim bilir, belki de bir hırsızın elinde kukla olmuş bir çocuktu? Değişik duygular, düşünmek istemediği fikirler aklına geliyordu. Birini düşünürken, diğeri aklına geliyordu. Hoşlanmadığı, çocuğa uygun görmediği bu davranışları aklına getirmek istemiyordu.
Bir süre sonra çocuğun gelmeyeceğini anlayan Şerafettin Bey:
-Neyse arkadaşlar. Ben kalkayım artık. Benim kelle ile on lira, bu yan kesici çocuğa bayram haçlığı oldu.








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder