19 Ekim 2009 Pazartesi

BENİM KÜÇÜK DÜNYAM


Yaşlılık zor bir durum, yaşlanan anlıyor. Gücüm, dermanım kalmıyor. Gezmeyi bırakın, evin içinde dahi dolaşamıyorum. Bu sebeple çok sevdiğim dostlarıma dahi gidemiyordum.
Gençler beni yaşlı diye karşılarına alıp konuşmuyorlardı. Ben ne anlarım, aklım ermez tabi… Onlar her şeyin iyisini bilirler… Misafir gelse bile onların konuşmalarına katılamazdım.
Kendimi bu yalnızlığa alıştırmaya başladım. Yalnızlık benim en büyük arkadaşım oldu.
Ben genellikle koltukta otururdum. Bir gün pencerenin önündeki kanepeye oturdum. Bu tesadüfen oturmam, yalnızlığıma renk katmaya başladı. Eskiden benim oturduğum koltuğa kimse oturmazdı:
-Büyükannenin koltuğu
diyerek boş bırakırlardı. Gerçi ben gün boyunca orada otururdum. Hiç kalkmazdım. Ama o günden sonra koltukta oturmamaya başladım. Koltuk boş kalmıştı. Benim tekrar kalkıp oturmamı bekledikleri için, ev halkı gelip o koltuğa oturmazdı. Aradan bir hafta geçince, baktılar ki ben oturmuyorum, şaşırdılar. Gün boyunca benimle iki cümle konuşmayan ev halkı, on gün boyunca bana takılmaya başladılar:
-Ne haber büyükanne? Taşınmışsın… Haber verseydin yardım ederdik.
Veya bir başkası:
-Büyükanne! Evden eve taşıma şirketine söylerdik. Sen zahmet etmezdin…
Benimle konuşmayanlar, beni gırgıra alıyorlardı. Üç beş gün benle böyle şakalaştılar. Sonra gene eski duruma döndük. Ben yalnızlığımla baş başa kaldım. Ama şimdi yalnızlığımın bir farkı vardı. O günden beri yalnızlığımı koltuğumla paylaşmıyordum. Pencere önündeki kanepe, yeni oturma yerimdi.
O günü hiç unutamam. Pencerenin önüne oturduğum gün güneş o kadar güzel ki, beni çok etkiledi. O gün, bugün hep orada oturdum.
Kaç yıl oldu, bu pencerenin önünde oturmaktayım… Yaşlılığın verdiği hareketsizlik, beni bu pencerenin önüne adeta yapıştırdı. Ben her sabah buraya gelir otururum. Akşamın ilk saatlerine kadar zamanım burada geçer. Burada kendime küçük bir dünya yarattım.
Bu pencere benim yeni dünyam, arkadaşım, dışarıya açılan bir kapım oldu.
Bugün sabah erkenden yerime oturdum. Hava açıktı. Güneş ışıl ışıldı. Bir gün önce yağmur yağmıştı. Sokağın tozunu almış, toprak sulanmıştı. Pencereyi açtım. Derin bir nefes alıp, toprak kokusunu içime çekmeyi düşündüm. Ama bambaşka ve nefis bir kokuyla karşılaştım. Bu hoş kokulu çiçek ne olabilirdi. Dışarıya baktım… Çiçek yoktu. Önümde portakal ağaçları vardı. Daha önce tozdan rengini, kokusunu kaybeden portakal ağaçları vardı. O ağaçlar şimdi pırıl pırıl parlıyordu. Yağan yağmur, portakal ağaçlarının yapraklarındaki tozları yıkamıştı. Ağaçlar yemyeşil olmuştu. Bu güzel kokuyu bir daha, bir daha içime çektim. Büyük bir sevinç duydum.
O an bir şeyin farkına daha vardım. Portakal ağaçlarının altı yemyeşildi. Daha önce demek ki tozdan fark etmemiştim. Ağaçların altında çimler sanki yeşil bir halı gibi uzanıyordu... Uçsuz bucaksız… Bahçenin yeşili şimdi daha güzel, daha iç açıcıydı. Günüm bu güzel yeşil manzarayı seyirle ve portakal çiçeklerinin o nefis kokusunu içime çekmekle geçti. Portakal bahçesinin hemen üstüyle bir dağ yükseliyordu. Sanki fotomontaj gibi eklenmişti oraya. Portakal bahçesinin o doyum olmayan manzarasını tamamlamak için bir tür fon görevi görüyordu. Portakal bahçesinin koyu parlak yeşil tonuna karşılık, bu tepenin açık, mat yeşil renklerine gri, maviyle karışan bronz renklerinin yanı sıra açık kahverengi toprak renkleriyle karşımdaydı.
Öbür gün gene erkenden penceremin önüne geldim. Buradaki küçük dünyam büyümüştü. Şimdi pencereyi açıyorum. O mis gibi portakal çiçeği kokusu odama doluyor. Mutlu oluyorum… Bugün bir farklılık daha oldu. Açılan penceremin pervazına kuşlar geldi. Aman ne şeker şeyler.
-Cik, cik, cik,
diye ötemeye başladılar. Benden kaçacaklarına, bana yaklaşıyorlardı. Ben de kalktım mutfaktan ekmek aldım. Onlara getirdim. Ufalayıp önlerine attım. Birbirleriyle yarışırcasına ekmek parçalarını kapmaya başladılar. Beni sevmişlerdi. Ben de onları sevmiştim.
Kuşlar bir yandan sek sek sıçrayarak ekmek parçalarını yiyorlar, diğer yandan durmadan kanat çırpıp yer değişiyorlardı. Ara sıra elime bile konmaya başladılar.
Benim küçük dünyam biraz daha büyüdü. Kuşlarla büyüdü. O günden sonra kuşlar penceremin başköşesinde yerlerini almaya başladılar.
Her sabah kalkınca penceremin önüne koşmaya başladım. Kuşlarımı özlüyordum. Birbirimize o kadar alıştık ki, onlarla konuşmaya başladım. Ara sıra:
-Cik, cik, cik…
Sesleriyle bana cevap veriyorlardı. Elimde, omzumda geziyorlardı. Benimle dost olmuşlardı. Ben de onlarla her sabah konuşuyordum. İnanır mısınız, onlarla konuştuğumdan beri bende büyük değişiklikler oldu. Daha sağlıklı, daha dinç, daha neşeli oldum.
Sabah erken pencereme gidiyorum… Penceremi açıyorum… Serçeler yine geliyorlar… Benim gelmemi bekliyorlar… Penceremin önünde onlar için hazırladığım ekmek kırıntılarını kapışıyorlar… Yarış edercesine birbirlerini itiyor, durmadan yer değiştiriyorlardı. Dayanamıyorum:
-Durun çocuklar, durun! Hepinize yetecek kadar var. Bu aceleniz niye?
Diyerek onları sakinleştirmeye çalışıyordum. Sanki beni duyacaklar. Duyuyorlar ama dertleri ekmek kırıntılarını kapmak.
İçlerinden biri bana daha yakın geliyordu. Onunla konuşurken beni dinler gibiydi. omuzuma, başıma, koluma konardı. Benden kaçmazdı. Onunla kendimi daha samimi hissediyordum.
Kuşlarla konuşurken, bununla daha farklı konuşuyordum. O beni anlıyordu sanki. Onunla konuşunca bana bakar, dinlerdi.
Onunla sık sık göz göze geliyorduk… Önceleri gözlerini benden kaçırırdı. Utanır gibi bir hâli vardı. Günler geçmesine rağmen, bana o kadar alışmasına rağmen gene de bu sıkılgan tavrı hoşuma gidiyordu.
-Sıkılma, dedim.
Beni duymuş, beni anlamış gibi ekmek ufağı yemeyi bırakıp geldi omzuma kondu. Başıyla aşağı yukarı hareketler yaptı. Bundan cesaret alarak konuşmamı sürdürdüm:
-Çekinme kuşum… Çekinme güzelim… Sen benim biricik dostumsun… Çekinme, bana anlattıkların bende kalır… Biliyorum, benim de sana anlattıklarım sende kalacak…
Ekmek ufaklarından bir parça daha aldı. Sonra bana bakmaya başladı. Gözleriyle anlatmaya başladı.
Günler böyle geçiyordu.
Bir sabah kalktım, doğruca pencereme gittim. Açtığım zaman hafif bir esintiyle karşılaştım. Hava serindi. Hâlbuki bir gün önce hava ne kadar güzeldi. Güneş ne kadar da güzel açmıştı, pırıl pırıl ışıldıyordu. Bütün şirinliğiyle, çekiciliğiyle gülümsüyordu. Oysa şimdi hava kapalı ve güneş kara bulutların arkasına saklanmıştı. Karşıdaki tepenin üstünde kara bulutlar çöreklenmişti. Uzun uzun baktım. Hiç gitmemecesine sahiplenmişler. Bu an aklıma çocukken oynadığımız “kale benim” oyunu aklıma geldi. Mahallenin çocukları iki gruba ayrılırdı. Bir yükselti olan yerde oynanırdı. Grupların amacı bu yüksek tepeyi ele geçirerek korumaktı. Aşağıda kalan diğer grup, bir atak yaparak tepedekileri aşağı itmeye çalışırdı. Tepedekiler de onları aşağı iterdi. Şimdi tepeyi kara bulutlar ele geçirmişti. Kara bulutlar bu oyunun galibi olarak tepedeydiler. Ama o da ne? Bunların niyeti kötüydü galiba… Sadece tepeyi işgalle yetinmeyecek gibi görünüyorlardı. Sanki benim sevgili portakal ağaçlarımın da üstüne çöreklenip, o çok sevdiğim yeşillikten beni mahrum etmek ister gibi bir hâlleri vardı.
Onlara:
-Gidin buradan, yeşilliğimi bana bırakın,
demek istercesine camı açtım. Benim camı açmamla birlikte bana alışmış olan 8-10 serçe üşüştüler. Bunlar benim serçelerimdi. Bir parça ekmek kırıntısı için birbirleriyle yarışıyorlardı. Kırıntıları atıştırırken göreceksiniz. Ne şirin, ne ilgi çekici hâlleri var.
Bu ara benim minik serçem kırıntıları arkadaşlarına bırakıyor. Bana yaklaşıyor. Benimle bakışıyor. Belli ki benimle konuşacak. Bana anlatacakları var.
Boncuk boncuk gözleriyle bana bakmaya başladı. Bakıştık. O bana gözleriyle anlatıyordu. Ben ona konuşarak anlatıyordum. Sanki bana cevap verir gibi, beni onaylar gibi “cik, cik” diyerek karşılık veriyordu.
Düşündüm de, o da benden çok farklı bir durumda değildi.
Bu arada diğer kuşlar ekmek kırıntılarını bitirmişler, yuvalarına uçmak için acele ediyorlardı. O minik serçeyle kısa bir süre daha bakıştık. Bana minnet dolu gözlerle baktığını hissettim.
-Ben hep buradayım minik serçem, ne zaman istersen gel! dedim ona, "Paylaşırım senle".
Sonra bakışlarımızla vedalaştık. Her ne kadar kendini o kalabalıkta yalnız hissetse de onun yeri o kalabalığın içiydi. Onlarla birlikte gitmek zorundaydı. Çünkü başka bir ortamda yaşayamazdı. Son bir kere daha gözlerime baktı ve diğerlerine yetişmek için arkasına döndü ve uçtu gitti...
Ardından öylece bakakaldım. Kuşların uçuşunu izledim. Gökyüzünde bir nokta gibi kalıncaya kadar baktım. Sonra yine gözlerim karşı tepenin üstündeki kara bulutlara takıldı. Şu an tepenin sahibi onlardı.
Ama ne kadar sahiplenmiş görünseler de, bu tepeleri elbette bir gün terk edeceklerdi. Yerine pırıl pırıl bir güneş açacaktı. Benim o güzelim portakal ağaçlarım da yeşilin ve sarının tüm tonlarıyla yine gözlerime bayram ettireceklerdi. Kokularını içime çekecektim.
Ama benim içimdeki kara bulutlar, karşı tepedeki kara bulutlar gibi duruyordu. Bu kara bulutlar gibi benim içimden de gidecek miydi? Gidecekse ne zaman gidecekti?
İşte bu sorunun cevabını veremedim.
Belki de günün birinde o minik serçe yeniden pencereme geldiğinde ve onun gözlerindeki hüznün gittiğini, yerine mutluluğun geldiğini hissettiğimde, belki benim içimde çöreklenen o kara bulutlar az da olsa kalkacak, aralardan sızan güneş ışınları az da olsa içimi ısıtacaktı.
Kim bilir belki...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder